08 Şubat 1954 | Sayı: 92

22 Şubat 1954 | Sayı: 93
25 Ocak 1954 | Sayı: 91

16.1.1954 te zaptedilmiş sohbetten notlar:

Söz, Âdem’den, insan vücudundan, meleklerden, bilhassa Azrâilden açılmıştı. Bay Emre bu mevzuda şunları söyledi:

Emre- Allah meleklere: (Ben Âdem’i yaratacağım; hadi gidin, bana “yedi denizin ortasındaki ada’dan bir avuç toprak getirin!” diyor… Önce Cebrâil gidiyor o adaya. Oradan bir avuç toprak alırken ada: “Aman! Sakın, beni ekleme, benden toprak alıp götürürsen, Allah o topraktan insanlar yapacak. Bu insanların başına ne felâketler gelecek… Onlarla beraber ben de ızdırâb çekeceğim. Allah aşkına beni rahat bırak” diye yalvarıyor. Cebrâil dayanamıyor, dönüp geliyor. Allah bu işi sırayla Mikâil’e, İsrâfil’e havale ediyor; onlar da adanın yalvarmasına, feryadına dayanamıyorlar, toprağı alıp getiremiyorlar. Nihayet Allah Azrâil’i gönderiyor. Ada Azrâil’e de yalvarıyor amma, Azrâil: “Ben yalvarma malvarma bilmem Allah emretti; ben onun emrini yerine getirmeğe mecburum” diyor ve toprağı, aldığı gibi, Allah’a getiriyor. Allah da Âdem’i yaratıyor. Âdem, ömrünü tamamlayıp öleceği zaman Allah, Azrâil’e: “Hadi bakalım, bunun canını al!” diyor. Azrâil: “Aman Yârabbi, ben bu işi yapamam” deyince, Allah, “Madem toprağını sen getirdin, canını da sen alacaksın!” diyor. “Ya bana inkisâr ederlerse?” “Etmezler, korkma; ya baş ağrısından, yahut da sancıdan,.. bir şeyden öldü, derler, seni hatırlarına bile getirmezler?”

Herkesin Azrâil’i kendi idrâkine göredir. Azrâilimiz, ya korktuğumuz yahut da sevdiğimiz şeylerdir.

Sual – İnsan vücudu ne büyük bir sanat eseri…

Emre – O vücudun içinden çıkıp da dışarıdan bakasın sanata ki; ne sanat… Onun için doktorlar bu hâle çok yakındır: İnsan vücudunu gerek kesip biçerek, gerek mikroskopla tetkik ediyor ve işin ehemmiyetini görüyor, anlıyorlar. Fakat onlar insan vücudunun ölüsünü tetkik ediyorlar. Damardaki kanla, vücuttan çıkmış kan bir mi? Kan damardan çıkar çıkmaz vahşileşiyor, tehlikeli bir hâl alıyor. Onun için şeriat “kan çıkınca abdest bozulur “ demiş.

Doktorlar bu vücudun içinden çıkıp da öyle tetkik etseler insan vücudunu…

Bazı insanlar kendi vücutlarındaki sırrı anlamak için riyâzât yaparlar; yani aç kalırlar. Uzun zaman aç kalan bir insanın gözündeki perde kalkar. Gözbebeğinin tam önüne ve çok yakınına bir mercimek bile koysan hiçbir şey göremezsin. Görmek için o hâil olan şeyden uzaklaşıp öyle bakmak lâzımdır. Bizim görgümüz, yediğimiz gıdalardan gelmiyor mu? Yemesek, aç kalsak gözümüz görmez olur. Demek ki gözümüz yediğimiz gıdaların kuvvetiyle görüyor. Doğduğumuz zaman da gözümüz, kulağımız vardı; peki niçin duymuyorduk, görmüyorduk? Yavaş yavaş süt, ekmek yerken görmeğe, duymağa başladık. Gıdaların ölen, yani bağırsaktan dışarı atılan kısımlarından başka, bir de ölmeyenleri var. Sebze veya koyun eti hayat değil miydi? Mâdem ki hayattır, canlıdır; öyleyse bunların kendilerine mahsus konuşmaları, kavgaları gürültüleri yani kendilerine mahsus ahlâkları vardır. Bağırsak bu ahlâkı vücuttan dışarı atamaz. Bu hayvanî ahlâk bizim gözümüzü, kulağımızı yani aklımızı istilâ eder. Başlarız bu hayvanî ahlâk gözlüğü ile görmeğe… Bu gıdaların hayvanî ahlâkı yok edilirse, görgümüz, bebekliğimizdeki temiz görüş gibi olmaya başlar. Bebekle konuşup anlaşmak nasıl mümkün değilse, hayvanî sıfatlardan temizlenip bebekleşmiş bir insan da duygusunu görgüsünü bize anlatamaz. Bizi şu anda kaldırıp Hindistan’a bıraksalar, oranın insanlarıyla konuşup anlaşabilir miyiz? Ama orada uzun müddet kalsak, onların yiyip içtiklerinden yesek, içsek, dillerini öğrensek o vakit anlaşabiliriz.

Riyâzâttan maksat vücuttaki, akıldaki hayvanî görüş gözlüğünü çıkarıp, insan görüşüne sahip olmaktır. Aç kalmak suretiyle vücutta birikmiş olan gıdalar sarf olunur, bitirilirse, onların ahlâkı ve görgüsü de gider. O vakit insanın ne güzel olduğu anlaşılır. Fakat şimdi riyâzâta lüzum yok. “Zamanın tebeddülü ile ahkâm da değişti.”

Allah, “Allah!” diyenin içindedir. “Allah!” de bakalım…

– Allah!

Emre – Bak, Allah sözü senin içinden çıkıyor. Mademki insanız…
Hayvanlar Allah diyebilir mi? Sizin ağzınızdan Allah diyen O’dur. Bir gün biz yok oluruz, o kalır. Bizim bu varlığımızın bir hiç olduğunu o zaman anlarız.

Bu ilâhî tecellî herkeste başka türlü olur. Kimisinde “hâlen” , kimisinde önce “ilmen”, sonra “hâlen” tecellî eder. Kimisinde “ilim” ve “hâl” beraber tecellî eder. İlâhî tayyare’ye bindik, gidiyoruz. Kerâmet, müşâhede denilen şeyler bu tayyarenin penceresinden bakıp etrafı seyretmeğe benzer. Tayyarenin penceresinden baksak da gidiyoruz, bakmasak da. İş, tayyareye yani Nuh’un gemisine binmede.

– Nuh’un gemisi var mı?

Emre – İşte şu oynadığımız “Satranc-ı Urefâ” bir Nuh gemisidir. Nuh’un gemisinde ne kadar hayvan varsa bunda da o kadar iyi, kötü huylar var.

Nuh tûfânında dünyanın her tarafını sular istilâ etmiş değil mi?

– Evet.

Emre – Hâlbuki dünya yuvarlaktır; her tarafı su ile kaplanır mı? Bunlar hep rumuzdur. Nuh gemisi biziz. Nuh bu sırrı anlamış, kendi gemisini kurtarmış. Nuh tûfânını bize anlatan Nuh değildir. Hz. Muhammed Nuh devresini geçerken, bu hâlleri rumuzlu olarak anlatmıştır; Allah, Nuh’a, “Bir gemi yap; bu gemiye her mahlûktan birer çift al; yedi çocuğunu da unutma!” diyor. Ondan sonra ortalığı sel basıyor, Nuh ve ona tâbi olanlar kurtuluyor.

Bu tûfân, hâlâ olup duruyor da bizim haberimiz yok: İnsan da sırtüstü yere yatarsa, gemiye, kayığa benzemez mi? Nuh’un gemisindeki hayvanlara mukabil, insanda her hayvanın ahlâkı yok mu?

Nuh’un çocuklarından birinin yüzü kara imiş: Bu nefsidir. Nuh’un yedi çocuğu varmış; insanın da başında yedi delik var: iki göz, iki kulak, iki burun,  bir de ağız deliği. Kur’ân bize bu sırrı anlatmak istiyor, Kur’ân tarih kitabı değil ki bize geçmiş zamanların hadiselerini anlatsın.

Aynanın içinde her şey olduğu gibi, sizin içinizde de her şey vardır. İş, aradığımızı içimizden bulup çıkarmada. Kâmil insanların gönlü aynaya benzer. İnsanların ve bütün varlıkların “var oluş”ları, o aynanın önünde durdukları müddetçedir. Aynanın rengi yoktur. Onun rengi, karşısında duranların rengidir. Varlık bir tanedir; onu renkli ve çok gören biziz. Hakîkatin meydana çıkması bizim bir idrâkimize bakıyor. Fakat nasıl anlamalı bu işi… Zaman istiyor, tefekkür istiyor. Kolay olsa, kıymeti olmaz. İnsan doysa, öldü demektir. Hazım vazifesi biterse, vücut ölür. Mânevî hazmın, mânevî lezzetin sonu yoktur; onun için vazgeçilmiyor. Her lezzet fânî, bu bâkî.

Sual – Allah’ın zâtını düşünmek yasak, diyorlar. Allah’ın zâtını düşünürseniz zındıklığa saparsınız diyorlar.

Emre – Peki, Allah “Ben sizi, beni bilesiniz diye yarattım!” diyor ya? “Beni bilin!” diyor, düşünmek nerde kaldı… Hz. Muhammed Allah’ı bilmedi mi? Ona kim zındık diyebilir? Biz de onun ümmetiyiz; onun arkasından gidiyoruz. Amma şunu da unutmamalı ki, kendi kendini ancak yine Allah bilir, Allah görür; öyleyse bizim, aradan çıkmamız lâzım.

Sual – Eğer her şey Allah’tansa, fenalıklar kimden? Hırsıza hırsızlığı yaptıran ve onun fiilinden mesul olan Allah mı?

Emre – Hayır, bu hırsızlıklar, fenalıklar bize ait, çünkü Allah yasak ediyor. Allah’ta fânî olan insanın yaptıkları ve söyledikleri Allah’tandır. Çünkü o insan söz söylerken veya bir şey yaparken Allah’ta yok olmuştur; ne yaptığından, ne de söylediğinden haberi vardır. Hırsız, hırsızlık yaparken Allah’ta fânî midir? O adam bu sözlerden anlar mı? Anlasa yapar mı o hırsızlığı? Allah’ta fânî olanlar, tefekkür ede ede bir zevke düşüyorlar. Gözüne çöp batmış bir insan zevke düşebilir mi? Hırsızın da ahlâkının gözüne çöp batmış; ona bu meseleyi anlatabilir misin?

Bu kötü hâller birer sıfattır. Biz sıfatla değil, “Zât” ile meşgulüz. Güneş cama vurur, camdaki güneş, sıfattır. Güneş leşe vurdu diye leş güneş olur mu? Bununla beraber hiçbir şeyi hor görmeyiz. Elimizi değdirmeğe bile ikrâh ettiğimiz azâlarımız vardır. Bu azâmız olmasa yaşayabilir miyiz? Fakat biz o muyuz? Bunun gibi o insanlar da bizim vücudumuzun birer parçasıdır. O bizimle meşgul mü ki biz onunla uğraşıyoruz?

Hakîkati, yukarı çıkan görür. Aşkı olan, diri; aşkı olmayan, bir gölgedir. Aşka da mücadele ile varılır. Mücadele doğruluk ve Kur’ân’ın ahkâmına riayettir.

Nemize lâzım şu, bu… Bütün insanlar ve mahlûkat sizin nazarınızdan çıkan varlıklardır. Siz varsanız onlar var; öyleyse biz kendimizi kurtarmaya çalışalım.

Sual – Her şeyde O’nu görmek lâzım, öyle mi?

Emre – Hiç bir şeyi görmeyelim. Bize yakın olan varlığı görelim. Kalbimize hiçbir varlığı koymayalım; bilâkis hep boşaltmalı ki yalnız “O” kalsın.

Bu ilmin bânisi Hz. Muhammed’di, herkesle ülfet edermiydi? En çok dört kişiyle konuşurdu, böyle bir âlem, bu âlem. Kimseyle meşgul olmamalı. İşte asıl “halvet” budur. Eskiden, anlamadıklarından mağaralara çekilirlermiş. Kendileri mağaraya gidiyorlardı amma, akılları dış dünyadan sökülebiliyor muydu?

Asıl mağara bu vücuttur; çekil kendi kabuğuna, bir Hâlikin kalsın, bir de sen. Kıyamette herkes kendi nefsiyle meşgul olacak, diyorlar; işte kıyamet: Herkes kendi hâliyle meşgul. Kim kimi görebiliyor ki?.. Peygamberimiz: (Men arefe nefsehû, fakat arefe Rabbehû), yani “Nefsini bilen, Rabbını bilir!” demiyor mu? Nefsi bilmek de; başkalarını bırakıp kendi nefsiyle uğraşmakla olur. Bir nefsimizi bilelim, bir de Rabbimizi; mesele ancak böyle hallolur. Kendi nefsiyle meşgul olan insan, kötülük yapmayı tabiatiyle unutur. Nûr’dan karanlık zuhûr eder mi? Hangi insan “Allah nedir?” diye düşünüyorsa ondan kötülük gelmez. Fakat karanlık, nûrun doğduğunu istemez. O da kendi hâlinde haklıdır; ona karışmayız. Karışırsak kesrete düşmüş oluruz. Amma kesret olmayınca da olmaz. Bu âlem “kesret âlemi”dir. Kesret âlemine karışmak, çalışıp para kazanmak da lâzımdır. Bu da bir ilâhî kanundur. Bir meslek veya sanat sahibinin, işini yapması, ilâhî tahsiline mâni değildir; bilâkis çalışmaması mânidir.

Mesleğimizde ve işimizde elbette çalışacağız. Meselâ bakkal veya esnafsak, birçok kimselerin, yani müşterilerin hakkı eşyalar bizim raflarımızda, dükkânlarımızda bekleyip durmaktadır. Gelip istedikleri zaman hakları olan o eşyaları onlara tevzî etmeğe, vermeye memur edilmişizdir. Yani Allah evlâtlarına, haklarını tevzî etme memuru olarak tâyin etmiştir. Nasıl çalışmayız… Hele çalışma da gör.

Çalışıp para kazanmazsak kendimizden, ne kendimizin istifâdesi olur, ne de hemcinsimizin. Para bu kesret âleminin tılsımıdır. Para öyle bir tuzak öyle bir dalaveredir ki, onla yerince can, din düşmanlarımız olan bir milletten top, tüfek satın alır, icabında onun silâhını ona karşı kullanırız. Hayat ve sağlığımızı koruyan ilâcı belki de can düşmanımız olan milletten alıyoruzdur. Para her şeyi unutturuyor.

Paraya, benim! diyoruz. Haydi zaptet, harcama bakalım seninse? Hayat, onun süratle değişmesinin, devretmesinin bir neticesidir. Paranın başlangıcı, ilki altındır. Fakat maden olarak ne işe yarar? Bıçak yapsak, ekmek keser mi? Kazma yapsak, toprağı kazar mı? Son zamanlarda diş yapmağa başladılar. Kıymeti, azlığındandır. Erbâbı her şeyden altın çıkarabilir ama onun için o kadar çok emek ve para sarf etmek lâzımdır ki çıkacak altın ile sarf edilen emek ve para arasındaki fark, altın çıkaracak adama ancak ekmek parası temin eder.

Birçok madenler yanar, fakat altın yanmaz. İçine başka maden karışırsa, başlıyor sertleşmeye ve asabiyyete. İsyan eden altın değil, içindeki yabancı maddelerdir. Saflaşınca boyun eğiyor.

İnsanlarda da “akıl” denilen bir altın madeni vardır; tasfiye ettin mi öyle bir hâle düşersin ki… Tasfiye etmezsen hariçten gelen kötü huyların akîdeleri aklımızın altınını bozar.

Sual – Eskiden çilehâne varmış?…

Emre – Çileye giren insanlar eski gördüklerini, eski bildiklerini tefekkür yoluyla sarf etmek için o çilehânelere çekilirlermiş. Bütün her şeyi böyle sarf ede ede bir kendileri, bir Allah kalırmış. Ama asıl maharet, yiyip içerek insanlar arasında gezerken bu işi halletmektir. Bir tarafa çekilen insandan vatan istifâde edemez.

Allah yolunda, Allah için çekilen hiçbir emek boşa gitmez çeken mükâfatını alır.

Sual – Evet Mevlânâ söylüyor: (Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir; tövbeni yüz kere bile bozdunsa yine gel!”) diyor.

Emre – Deniz kendine akan ırmakların hangisini kabul etmiyor? Akıl bir kere tadını aldı mı duramaz, doyamaz. Bu dünyanın kazancı muvakkattır; şu muvakkat âlemin içinde ebedî bir varlık, ebedî bir kazanç var, onu elde etmeli. Hakîkati anlamazsak, bir ölüden ne farkımız var? Ölüyü ortaya uzattıkları zaman ne ses var, ne sadâ… Başlarlar “Yâsin” okumaya. “Yâsin”i ölüye mi okuyorlar, yoksa onun başındaki biz ölülere mi? Peki amma, biz Arapça bilmiyoruz; nasıl anlayacağız “Yâsin”i Yunus Emre:

Sağlığında âyet, hadîs nesine…
Son deminde muhtaç olur “Yâsin”e,
İletip koyacak makberesine,
“Oğlum, kızım, malım kaldı!” diyemez.

diyor.

Sonra hoca ölüye soruyor: “Rabb’in kim, Nebi’n kim?”.

Cevap alıyor mu? Ölü duyar mı? Ölüden ses gelir mi? Asıl kabir bu vücuttur. Bu vücudun içindeyken duyarsa duyar o sözleri; öldükten sonra nerde duyacak… Biz uyurken, birisi: “Rabb’in kim? Nebî’n kim?” dese duyar mıyız? Hâlbuki uyuyan bir insanda yine de hayat vardır; ölüde o da yok.

Sual – O halde kabirleri niçin ziyaret ediyorlar?

Emre – Bunlar hep rumûzdur. “Siz darda kaldığınız zaman ölülerinizi ziyâret edin” deniliyor. Üçyüz, beşyüz senelik bir kabirde ölü bulunur mu? (Bu dünyada “ölmeden evvel ölenler” var; onlar aranızda geziyor; onları ziyaret edin!) demek istiyorlar. Arefe günleri mezarları ziyaret ediyoruz. “Arefe günü” “Bilgi günü” demektir. Yani, yukarıdaki sözle “Hakîkat Sırrı”nı bilen insanları ziyaret etmek icabettiğini anlatmak istiyorlar.

Sual- Peki, nedir bu rumûz? Niçin açık açık söylememişler?

Emre – Açık açık söyleyenleri ne yapmışlar baksana… Kimini asmışlar, kimini kesmişler, kiminin derisini yüzmüşler.