01 Temmuz 1956 | Sayı: 151

01 Ağustos 1956 | Sayı: 152-153
20 Haziran 1956 | Sayı: 150

Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

S. – İnsanlar Ay’a gidebilirler mi?

Emre – Gidemezler. Dünyanın hududundan ayrılır ayrılmaz ölürler. Gidilse bile, buranın mahlûku orada yaşayamaz. Amerikalı Mr. Richard da sormuştu bu suâli. Ona da (gidemezler) denilmişti. Ama o, (hayır, gidemezler!) deyince susmuyor; (niçin?) diye soruyor. (İnsanlar birbirlerinin kalblerine geçebiliyorlar mı?) dedim. (Hayır…) dedi. (Yıldızlar da birer kalbdir; onların da hızlı dönmelerinden, etraflarında sıkı kabukları vardır.)

İnsanlar, saadeti arzu ve hülyâda ararlar ve hülyâ ile vakit geçirirler. Çünkü kendileri de muvakkat bir hülyâdır.

Kur’ân’ın sözleri doğru mudur?

S. – Evet doğrudur.

Emre – Kur’ân’da Hazreti Muhammed’in Ay’ı iki parça ettiği yazılı mıdır?

S. – Evet.

Emre – Şu halde, Hz. Muhammed değil Ay’a gitmek, onu iki parça bile etmiş. Öyleyse onu bulmalı ki sormalı Ay’a gidilip, gidilemeyeceğini… Onu bulmaynan da olmaz. Onun gibi olmalı ki bu sır âşikâr olsun. Ay’a işte o zaman gidilebilir. O vakit de söz biter.

Amerikalı, peygamberleri de sormuştu: (Hangisi daha üstün?) demişti. (Hepsi bir!) dedim. (Nasıl olur?) dedi. (Peygamberler beşeriyeti aydınlatmak için gelmediler mi?) dedim. Evet, dedi… (Bunların isimlerini, yâni Îsâlıklarını, Mûsâlıklarını bıraksak da sadece peygamberliklerine baksak olmaz mı?) dedim. (Nasıl olur?) dedi. (Bak, dedim, o sırada güneş, yazıhaneden içeri vurmuştu, şu güneş bu dünyayı aydınlatıyor değil mi?), (Evet…) dedi. (Bugün günlerden ne?) dedim. Hiç unutmam, çarşambaydı, (Çarşamba) dedi. (Güneşin üzerinde Çarşamba diye yazıyor mu?) dedim, çok hoşuna gitti.

Peygamberlik de bir güneştir. Bu güneşe bir zaman Mûsâ, bir zaman Îsâ demişlerdir.

***

20.5.1956 da Osmaniye’de yapılmış bir konuşmadan zaptedilebilenler:

Emre – Ölüm gelip çattığı zaman, insan yüz sene bile yaşasa, o yüz senelik uzun hayat, fır fır fır hep gözünün önünden geçer… İşte (Yevm-ül-Hisâb)  dediği budur.

Ölürken, hayatımıza karışmış hangi sevgiye, hangi korkuya, hangi hiddete mahkûm olursak, o hâl içinde ebedîyyen kalırız. Bir kuşu, vuran alır. Biz de hangi ahlâk tarafından vurulmuşsak, onun oluruz. Bizi vuran kötü ahlâkların elleri, ayakları mı var? İşte bunun için Yunus Emre: (Bir küt ile güreştim – Elsiz, ayağım aldı, diyor. Ne ki kendisini kandırmış, aldatmış, küt olan, o’dur işte.

(A’mâk-ı Hayâl)de Râci, Zirve-i Hîçî’de şehvete mağlûb olunca, önce güzel görünen kadın, sonra bir cadı kadın oluyor. O zaman Buda: (Git, git, o murdâr dünyadan senin gibi bir kelb eksilmesin!) diye kızıyor. Kızıyor amma, acıyarak.

Buda, (Haşr)i anlatıyor işte. Orda kimse kurtaramaz; ille kendi kurtulacak. Kanunu böyle. Çünkü Allah, aldatan, iğfâl eden Şeytân’dan da ayrı değildir. Mâdem ki Allah Rezzâk-ı âlemdir, o halde Şeytân’ın yâni kötü ahlâkın da gıdasını verecektir. Şeytân’ın gıdası ise ahlâktır. Allah onun da karnını doyurur.

Allah âşıkları, bütün bu hâlleri, ahlâkları, sevgileri, korkuları, kızmaları tepeleyip geçerler.

Bizi (Hakîkat)ten uzaklaştıran şey, ahlâkımız, benliğimizdir. (Ben biliyorum!) der; işte gitti gürültüye. O bilgi kendisini yer, eski hâline getirir; daha beter olur, boyuna nefsinin arzularıyla uğraşır.

Çokları, tiryaki gibi gelir, giderler… Kendi kendilerini aldatırlar. Kendilerini kurtarmak isteyenin karşısına oturur, çeşit çeşit yalan söylerler, yutturdum zannederler. Sonra da aşkım söndü derler. Mânevî ateş söner mi hiç?.. Sen uzaklaştın da, söndü zannediyorsun. O soğukluk seni dondurup öldürecek, haberin yok.

Vaktiyle, sıcak memleketlerden birinden bir Arap geliyor İstanbul’a. Mevsim de kışmış. Adam, soğuktan hiç dışarıya çıkamıyor. Kışı hep soba başında geçiriyor.

Birgün kazârâ bir adam da soğuktan ölünce, arap, artık bütün ölümleri soğuktan zannediyor. Evine gelenlere: (Dışarısı nasıl?) diye sorunca; (Azıcık soğuk var…) derlermiş. Adamcağız memleketine dönüyor nihayet. Ahbapları soruyorlar: (Türkler nasıl insanlar?) Soğuktan, gözü yılan arap: (El- etrâk yemûtûne minelberdi ve yekulûne: azıcık soğuk var…) yâni (Türkler soğuktan ölür de, yine azıcık soğuk var, derler…) diyor.

İnsanlar da böyledir. Ahlâk soğukluğundan ölürler de yine azıcık soğuk var derler.

Aşkın yokluğu, hakîki ölümdür.

Kuru kuruya (Ben ârifim!) diyenler de ölü… İrfâniyyet hoş şey amma, o da iki türlüdür: Biri âşık olarak bilmek, biri de dinleyerek bilmek. Meselâ, elmanın elma olduğunu bilmek; bu, kuru kuruya irfâniyyet. Elmanın elma olduğunu bilip, yemek de aşk irfâniyyeti. Çünkü lezzet var. Lezzet, ancak aşktadır.

Ama ne söylediysek, böyle değil. Bu sözleri söyledik. Dinleyenin, içinde kabiliyyet yoksa hep tersine anlar. Onun için, mutlaka (Hâl) lâzım.

Sûfi Hûri geldi aklıma. Konya’da Mevlânâ gününde konuşurken, hem de eliyle kendi kalbini işaret ederek: (Mevlânâ: Ben âriflerin gönlünde yatarım, demiş!) diyordu. Çok doğru… Her gönül Allah’ın amma, o temiz gönülde yatar. Koca bir apartmanın bütün odaları mal sahibine aittir amma, o, hangi oda temizse orada yatar.

Bu sırada torunu küçük İsmail eve gidelim diye ağlamaya başladı. Emre, onu susturmak için kucağına aldı, sevdi, oyaladı. Bir ara ona sordu:

Emre – Sen beni tanıyonğ mu?

İsmail – Hı’ (Yâni hayır).

Emre – Büyüyünce tanıyacanğ mı?

İsmail – Hı’ (Yâni evet).

Emre – Az büyüyünce mi, çok büyüyünce mi?

İsmail – Az.

Emre – Eh.

(Sonra İsmail’e ninni söylemeye ve ninni ninni derken, 2. Doğuş Kitabının 508 nolu Doğuşunu okumaya başladı…):

Dünyâ, âşıklara, olmuştur zelber, (1)
Nereye gidersen, gelir berâber;
Dostun sadâsını, dinlerken kulak,
Aklına düşerse, kesilir haber.

Nice yolcuların, kesmiş yolunu,
Babayiğitlerin, bükmüş kolunu;
Eli, ayakları yok iken, zâlim,
Tutmuş, esîr etmiş, Mevlâ kulunu.

Aklı ermeyenler, demiştir: (Şeytan);
Hidâyet edince, bilinir, Rahman;
Bir çok âlimlerin aklı yetmemiş,
Sırrı anlamıştır, dağdaki çoban.

(Yûnus Emre) derler, olmuştur, misâl,
Koyun güder iken, eylemiş visâl;
İdrâk eylediysen, biçâre gönül!
Dilinden söyledi, duy da ibret al.

Aldatmasın seni, bu fânî cihan,
Ona kul olmuştur, adetsiz sultan;
Toprağı, kerpici, yoğrulmuş, gezer,
Onu bitiştiren, insandaki kan.

Âşikâr görülse, gaayetle acı,
Durmadan çürüyor, ömür ağacı;
O İbrâhim Edhem, fedâ eyledi,
İbretle bakınca, taht ile tâcı.

Seyret: sevenlere, sürüyor illet,
Elinden kurtulmaz, her gelen millet;
Geriye çekilip, hayretle gören,
Haşrolana bakıp, alıyor ibret.

Aldanmadı isen, olmuşsun sultan,
Şâd olup gülersin, alırsın ihsan;
Bu kadar söyledi, (Emre) dilinden,
Burdan ötesini, diyemez lisan.

20.5.1956 Saat: 21.22
Zapteden: Şevket Kutkan, Osmaniye
Zelber: Manda arabalarında, boyunduruğa ve hayvanın boynunun iki tarafına konan ince  ağaç mânia.

(Aradan bir müddet geçtikten sonra…):

Emre – Bu devir, tasavvuf ve irfâniyyet devridir. Taassup devri geçmiştir. Gerçi taassup, tasavvufun kabuğu idi, onu şimdiye kadar muhafaza etti amma, bir meyva, kabuğunun içinde kalırsa, insana vuslattan da mahrum kalır. İnsan da taassup kabuğunun içinde kalırsa, kendini halk edene yaklaşamaz.

Mutaassıpların, medeniyete de zararları dokunur. Onlara kalsa, işi hep ibâdete boğup, çalışmayı, ilmi, fen’i ortadan kaldıracaklar. Hâlbuki ibâdetin en güzeli, çalışırken yapılandır. Kur’ân’da (Allah’ı yatarken, uyurken, ayakta daima düşününüz!) diye bir âyet var. İnsan çalışırken, kulluğunu unutursa neye yaradı… (Allah kuluna yaklaşacak…) diye bir emir var mı? Hayır, kul, Rabbine yaklaşacak… Bu yaklaşmaların sonu da varır, muhabbete dayanır. İbâdetin tekâmülü, olgun bir meyva gibi, muhabbettir.

Hepimizde her ahlâk var. Bu da bir tevhîd. Kîn ahlâkı gitmeye başladı mı, yavaş yavaş adam olmaya başlıyoruz demektir. Nefis tulumuna kîn deliğini delip onu oradan akıtmalı. Kîn deliğini deldim, yukarı çıktım deriz, bu sefer de gurur yakalar bizi. Onu da geçtikten sonra muhabbet tecellî eder. Neye muhabbet? Herşeye. Yoksa Develioğlu’nun dediği gibi: Yan!

3.6.1956 da yapılmış bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

(Bu konuşma yapılmadan evvel şu doğuş okunmuştu):

Senden gayrileri, bütün hayâldir,
Sen de ben’im! dersen, büyük vebâldir;
Cânandan başkası: gölge gölgesi;
Sırrı bilinmedik, böyle bir hâldir.

Bilmem sahih nedir, aslı yok nedir?
Bu âşıklar nedir, o Mâşuk nedir?
Birisi birinden, değildir ayrı,
Altı köşe nedir, “bir ufuk” nedir?

Gövdeyi görenler, gaflet içinde,
Gözünü açanlar, hayret içinde,
Gaaibolsa (Esmâ), kalsa (Müsemmâ),
Âlemler berâber, (Vahdet) içinde.

Orada bir olur, (Küfür)le (Îmân),
Vakıtlar bitince, sâde kalır (ân);
Bu kadar varlığın, toplandığı yer,
Makaam-ı İlâhî: sâde bir insan.

(Dört kitap), duyuldu, onun dilinden,
Toplanıp da dahî geldi elinden;
Başka bir merkezi nerden ararsın?
Semânın, değildir, esen yelinden.

Ardından çağırır, her dâim bizi,
Gidenin, yok olur, gönlünde izi;
Dışını seyretsen, toprağa benzer,
İçine dalarsan, (Yûnus Denizi).

Yedi yıl gezdiren, balık değildir,
Onu öyle bilen, ayık değildir;
Çok yıl dolandığı; (Mânâ Deryâsı);
Sen öyle anlama, alık değildir.

(Ken’an Kuyusu)na, Yûsuf mu girer?
Gaflete düşer mi, öylece bir er?
Sırlı rumuzları, söyler (Emre)den,
İnci, mercan gibi, al birer birer.

Taş ile topraktan, o, aramadı,
Ararken, canını, kurtaramadı;
Zaptetmek istedi, bütün esrârı,
Neylesin, dilini durduramadı.

27.4.1956 Saat: 21.00
Zapteden: Neş’e Emre

Emre – Balık, bu vücuttur. Hepimizi yutmuş; sâde Yûnus’u değil. Yûnus’un gezdiği deniz, Manevîyyet ilmi denizi. Yûnus, (Mûtû kable entemûtû) sırrını anlayınca balıktan kurtulmuştur.

Yusuf, Ken’an kuyusuna düşmüş diyorlar. İşte, biz de bu vücut kuyusuna düşmüşüz. Gözümüzden bakan Yûsuf’u bilmezsek, (Nefis Mısrı)na sultan olamayız, onun mahkûmu olarak kalırız.

Ken’ân kuyusundan çıkınca bir kervana katılmış. Hangimiz o kervana katılmadık?

Yusuf nefsine hâkim olunca, Zelihâ’ya aldandı mı? Zelihâ onu mahkûm edebildi mi? Eğer nefsimiz bizi mahkûm ediyorsa, biz de hâlâ kuyudayız demektir. İnsan, nefsinin üstüne basmayınca yukarıyı göremez.

S. – Oruç nedir?

Emre – Her kanaat iptidâidir. Orucun çok çeşitleri var. Söğene seslenme, kötü ahlâk sahibi olma, bundan iyi oruç olur mu? Hz. Muhammed mağaraya çekildi, gözü hiçbir şey görmedi; işte oruç. Söylemedi, oruç; dinlemedi oruç. Tabii yemek de yemedi. Nihayet orucu (Urûc) oldu.

Bu mânevî ilim, gözden göze okunmağa başlayınca, kelâm biter.

Ramazan, bayram dediğimiz şeyler birer âdettir. Bu hâl, âdetle halledilmez.

S. – Bu hâli anlamak için ne yapmalı?

Emre – Yapılacak şey, işte bu suâli sorunca başladı. Akıl bu tefekküre alışmalı…