01 Nisan 1956 | Sayı: 145

15 Nisan 1956 | Sayı: 146
15 Mart 1956 | Sayı: 144

Geçen sayıdaki konuşmanın devamı:

Diri kılan tenleri,
Zinde kılan canları,
Kaldıran ölenleri,
Nefesidir bir kâmilin

Niyazî’nin (Ten) demesinden maksat, ölülerin vücudu değil; biz de birer ölüyüz. Ölünün kendinden haberi olur mu? E, bizim kendimizden haberimiz var mı? Gözümüz nasıl görüyor? Kulağımız nasıl işitiyor, bunları biliyor muyuz? Kendinden haberi olan bir insan arasak, bulabilir miyiz?

Mevtâya etse nefes,
Her yanlardan gele ses,
Haşir eder Hak şinas,
Nefesidir bir kâmilin.

Meselâ, hepimize nefes edince, her yanımızdan ses gelmiyor mu? Amma, şimdilik bu seste bizim nefesimiz de karışık… Zaman gelecek o da bitecek. Şu evin içine duman dolsa, pencereden gelen rüzgâr bu dumanı birdenbire dağıtabilir mi?

Hakkşinâslar’ı o sese davet edip, topluyor. Kulağı duyan koşuyor… Bu sesten sağır olup kaçanlar da olur. Çok muhabbet, çok fedâkârlık istiyor bu iş. Yine Niyazî:

Sâlikin, mürşîdine hizmeti şâhâne gerek,
Eşiğine koya başın, diye: Şahâ ne gerek?
Geçe dünya ile ukbâyı, dahi etmeye âr,
Bu yolun mihnetine ol katî merdâne gerek.
Nâmurad olmağa talip ola kim meydan ala;
Dahi halk içre adı akıl ü divâne gerek.
Dahi Mûsâ gibi, Hızır’a gemisin deldire ol,
Eski divarı yıkıp, hem katıl oğlana gerek,
Gemisi sağ olsa, anı gasbeder Emmâre Nefis;
Yeni divâr, beyim, eskiye vârâne gerek.
Eğer öldürmese oğlanı, sonu fâsıd olur,
Bu bağın bülbülü aşk oduna pervâne gerek.
Ey Niyazî bu yola kim gire, kurban ede can;
(İyd-i Ekber)dir, ana vuslat-ı Cânâne gerek.

diyor. Ne büyük fedâkârlık istiyor…

Hızır ile Mûsâ bir gemiye binmiş diyorlar. Bunlar hep rumûzdur. Gemi insanın vücududur. Duvardan maksat da vücuddur. Oğlan dediğin de nefis.

Nasıl olsa bu vücut harâbolacak; iyisi mi, Dost yolunda harâbolsun. Bazı halılar eskidi mi, palancı dükkânına satarlar; iyi halıları da müzelere koyuyorlar. Ahlâk da böyle: Temizlenirse müzelere, yâni ebedî bir diriliğe; temizlenmezse, hayvanlara elbise olmak için palancı dükkânına.

Bir Yunus Emre’nin ahlâkına bak, bir de Molla Kasım’ın yaptığına. Yunus Emre, ölmeden vasiyyet ediyor: “Ben ölünce, (Yunus! sen bu sözleri eğri büğrü söyleme – Seni sıygaya çeker bir Molla Kasım gelir…) diye biten şiirimi göğsüme koyup, beni öyle defnedin!” diyor. Yunus öldükten epey bir zaman sonra Molla Kasım isminde bir müftü geliyor. Yunus’un şiirlerini görüyor, onu zındıklıkla ithâm ediyor. Ona toprakta yatmayı bile çok gördüğü için, kabrini açtırıyor. Yunus’un o şiirini görünce tövbe ediyor, îmâna geliyor.

Yunus’un, insanlara, öldükten sonra bile faydası dokunuyor. Yunus, bu kadarcık bir kerâmet göstermiş.

Kanunu böyledir: Mutlaka kızarlar, taşlarlar. Bu halk, mutasavvıfları, kâfir diye öldürür, sonra da şehît diye namazını kılar. Bu olmadan, olmaz. Şem’i:

(Hakka makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan!) diyor.

***

10.3.1956’da yapılan bir konuşmadan zaptedilebilen notlar:

Emre – (Vasfiye Değirmenci’ye:) Sen mi büyüksün, kucağında uyuyan şu çocuk mu?

V. D. – Bu büyük.

Emre – Çünkü sen ona hizmetçisin. Ana doğurur, emdirir. “Ve nefahtü fih”i min rûhi” de böyledir; yeter ki ondan doğduğumuzu bilsek.

“Nefha” üfürük, üfürme demek mi?

– Evet.

Emre – Kelâm da bir üfürme amma, üfüren nefesini hurûfa mânâya bürüyerek üfürüyor. O “nefha” bizi Îsâ yapıyor. Îsâ’yı, üfürerek dünyaya getirmedi mi?

Hazreti Îsâ’ya, Rûhullah mı diyorlar? Biz kimin rûhuyuz? Rûhumuzu kendimiz yaratmadık ki… Bizim rûhumuz da Allah’ın. Niyazî:

Hazreti Îsâ inip gökten yere etti zuhûr,
Ger sen idrâk eylemezsen, bil ki sendedir kusur.

diyor.

Emre – Allah’tan olabilmek için, insan kendini unutacak yahut, kendikendini yiyecek. Her meyva, başlangıçta asitlidir. Yavaş yavaş, gıdayı ağaçtan alarak kendi ekşiliğini yer hazmeder, tatlanır.

Hiç kimsenin bir dakikası, bir dakikasına uymaz; hem ne vücudunun, ne de aklının. Siz de bir zaman, kızınız gibiydiniz. Şekliniz bile saniyede milyonlarca defa değişiyor. Bu değişmeyi göremediğimiz, ömrümüzün kısalığından… Birçok mahlûklar var ki, ömürleri yarım saattir. Bunlar şuurlu mahlûklar bile olsalar, idrâkleri ömürlerine göredir. Saatin akrebinin hareketini görebiliyor muyuz? Hâlbuki o da yürüyor. Biz de ömrümüz kısa olduğundan, şeklimizin durmadan değiştiğini göremiyoruz. Uzun ömre kavuşursak, göreceğiz.

S. – Uzun ömre nasıl kavuşacağız?

Emre – Akıl, ölmeden anlayamıyor uzun ömrü. Aklımız Allah’tan ayrı değil amma, biz ayrı görüyoruz. Bu akıl bizim mi? Biz mi satın aldık? Bizim aklımız da Allah’tan ayrı değildir. İşte bunun için Hz. Muhammed: “Bir saatlik tefekkür 60 senelik ibâdetten hayırlıdır!” demiş; tefekkür ede ede hakîkati anlayalım diye. Ama ilimsiz tefekkür, tefekkür değildir.

Akıl, tefekkür ettikçe büyür. Sizin bir kardeşiniz olsa da, o mektebe gitmese, siz okuyup ilerlediğiniz halde, o fikren geri kalır. Ama öyle bir tılsım var ki o da seni beğenmez. Beğense de aczinden; esas değil.

Ziyâ Paşa:

İdrâki meâli bu küçük akla gerekmez,
Zirâ bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

diyor. “Bu terazi” dediği, şimdiki aklımızdır. Ama istersek bu küçük aklımız da büyüyebilir, “Akl-ı Küll” olabilir. Bir çocuğun, büyüdüğünden haberi yoktur. Mânevî Kudreti anlayanların da, kendilerini küçük bilmeleri lâzımdır ki büyüyebilsinler. “Ben büyüğüm!” diyen, dedikçe, küçülür; çünkü gurur basar. İnsanı ne kadar acz basarsa, o kimse, üst tarafındaki “Kudret”i daha iyi anlar.

Âyet mi, hadîs mi, bir söz var. Allah diyor ki: “Beni anlamak için yıldızlara bakın!” Kafamızı yukarıya kaldırsak – yukarı, aşağı diye bir şey yok ya – gözümüzün kuvvetine göre yıldızları görürüz. Ondan sonra eşya küçülür, nihayet bir şey göremeyiz… Samanyolu dediğimiz yıldız topluluğunun felekiyyâtı, bizim felekiyyâtımızdan çok büyüktür. Onlar senede bir kere dönüyorlar. Yâni, onların bir günü bizim bir senemiz. Bir milyon senede dönen felekiyyât vardır. Onların da ayrı güneşleri, ayrı ayları var. Ne adedi var bu felekiyyâtın, ne birşey: büyüttükçe büyür. Allah, bunların hepsini muhît.

Dönelim, kendimize bakalım: Koca Küre’de biz neyiz acaba? Hîç’in hîçi’yiz. Bunu düşününce, bir bilgi zuhûr eder. O bilgi başlar büyümeye. Büyüyecek olan şey, o bilgidir, yoksa biz değiliz. Uzun ömür, onundur. Fakat o, bizden de ayrı değildir.

Hakîkate gelince, Hakîkat’te ana, baba diye birşey yoktur… Meselâ biz münevver insanlar olduğumuz için açık konuşmak lâzım, birbuçuk milyon menî’den bir tanesiyiz. Onu ele alalım: Şeklimiz, gözümüzün siyahlığı, aklımızın ergisi, bazı irsî hastalıklarımız, ahlâkımız, bu vücudumuzdaki her şey onda da mevcuttur. Bak, varlıklar küçüldükçe büyüyor. Fen, ancak onu görüyor. Onun içindekileri görebiliyor mu? Hâlbuki bu iç içe oluş, sonsuzdur, nâmütenâhîdir. O en küçük, büyük; büyük de küçük.

Bak biz kendimizi de tek tek, ayrı ayrı görüyoruz. Hâlbuki birbirimizin hem içinde, hem dışındayız. Bunu anlamak için insanın, kendini tefekkür yoluyla kaybetmesi lâzım… Kaybetmesi lâzım diyoruz; hâlbuki kaybolan bir şey yok. Ölüm denen şey mevcut değil, ne tabiatta, ne hakîkatte. Ama ne yapacaksın ki bu hâlin kendine göre bir lisânı da yok.

Ölüm yok diyoruz. Haydi bunu anla bakalım… Bunu anlamak için elimize bir tesbih alsak da, yüz sene tesbih çeksek ne anlarız? İşte, tesbih çekmeyi hükümet bunun için yasak etti. Yasak eden hükümet değil, Allah’tır.

Fakat onda da bir mânâ var. Tesbihin esas adedi 33 değil mi? Bel kemiğimiz 33 parçadır. 3 tane 33= 99 eder. Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sı da 99 dur.

Tesbihin bir de “İmâme”si var. Onu bulmadan, tesbihin dairesinden çıkamayız. Demek ki irfâniyyet lâzım, tefekkür lâzım, bilgi lâzım. Zaman değişiyor; ahkâm da değişmeli: Bugünün insanının aklı bundan 1300 sene evvele takılırsa o adam, o günün insanıdır. Hz. Muhammed söylemiş ahkâmın değişeceğini. Biz ahkâmı değiştirmediğimiz müddetçe posteki sayıyoruz demektir.