01 Aralık 1956 | Sayı: 161

15 Aralık 1956 | Sayı: 162
15 Kasım 1956 | Sayı: 160

Bay Nail Ölmez, sayın Dr. Rıza Murad Gören tarafından gönderilen aşağıdaki suallere verilecek cevaplar için istimzâçta bulunduğu zaman, “Emre” bu suallere şu cevapları vermiştir:

S. 1 – Mânevî irfâniyyet, başlıca ne ile ve hangi vasıtalarla iktisâb edilir?

C.1 – İrfâniyyeti unutmakla.

S. 2 – Keşif ve kerâmetlerle istidrâçlar arasındaki farklar nedir? Ne suretle
bu mânevî tezâhürat ve müşâhedeler meydana gelir?

C.2 – Birisi fücûrattan, birisi takvâdan; birisi nefsine uyandan, birisi de Allah’a uyandan.

S. 3 – Sâde insanî, içtimaî ve ahlâkî yollarla insan tekâmül eder mi? Bu tekâmül ne derecede olur ve nerelere kadar gider?

C.3 – Tekâmülün ta kendisi… Gittiği yeri kimse tarif edemez. Sizdeki hissîyyetler bunu belli etmiyor mu? Neden iknâ olmuyorsunuz?

S.4 – İnsanı melekleştiren hasletler, yalnız maddî meziyetler mi? Yoksa başka sahalarda da kesb-i irfâniyet ve rüçhâniyyet mümkün müdür?

C.4 – Maddiyet de lâzım, mâneviyyet de. Melek, gökteki melekler değil, melekedir, yani temiz bilgidir… İnsan melekleştikten sonra tercih diye bir şey kalmaz. Çünkü meleğin, hizmet etmediği hiçbir varlık yoktur. Her varlığa hizmet eder ve onların iyiliğini ister. Tefrîk dahi bilmez.

S. 5- Şerîatsiz, amelsiz, takvâsız ermek kaabil mi? Sade Cenâb-ı Hakk’a ve Resûlüne inanmakla mânevî terakkîler kaabil mi?

C.5 – Kaabil değil. Fakat sade şerîata, amele de güvenmemeli. Sade Cenâb-ı Hakk’a ve Resûlüne inanmakla da kaabil değil. Onların ahlâkıyle ahlâklaştıktan sonra kaabildir.

S.6 – Mürşîd, hangi sahalarda insanları masivâ âlemlerinden ve fenâ berzahlarından kurtararak mânevîyat hayatına götürür? Ve bu irfâni saadetler neler olabilir?

C.6 – Her sâhada. Amma, mürşîdin, hakîkaten mürşît olması lâzımdır. Bazı mürşîtler insanı delâlete götürür… İnsan, irfâniyyeti sahibine teslim etmekle saadete erişebilir. Kendini de beraber teslim edecek ama.

S.7 – Dâimî huzûra nasıl varılır ve muhafaza edilir? Huzûr bulan mükelleften ferâiz-i ilâhiyye’nin en mühimlerinden (Namaz, Oruç, Kelime-i Şehâdet) gibi vecîbeler düşer mi? Ferâizle mi, nâfilelerle mi insan kemâlât bulur?

C.7 – Huzûra varıp da kendini o huzûrda fânî etmekle. Yok’un muhafazası olur mu? Yok olduktan sonra, o kimseyi sahibi muhâfaza eder. Yok olan, hangi varlıktan çekinir? Yok olan korkar mı? (Elâ enne Evliyâellahe lâ havfün aleyhim ve lâhüm yehzenûn)

Bu farzların hepsi de nihayet kulluktan ibâret değil mi? Kulla Tanrı bir olduktan sonra söz kalmaz. Tarif kendikendine olur.

Nâfile, dâimâ nâfile. Ferâiz de, gömleği çıkardıktan sonra üryan olur.

S. 8 – Kesrette vahdet, vahdette kesret değişir mi?

C.8 – Asıl vahdet, kesretten sonraki vahdettir. Kesretten sonraki vahdet, canlıdır, ve tekâmül etmiştir. Kupkuru vahdet, cehilden başka bir şey değildir.

S. 9 – “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû” tâbirinden ne gaye ve faydalar çıkarılabilir?

A.9 – (Men arefe nefsehû) “nefsini bilen kimse” demek değil mi? Kur’ân’da: “Nefsinizi öldürün!” diyor. Düşmanının kim olduğunu bilen, gücü yetiyorsa onu öldürür. (Arefe Rabbehû!) “Rabbini bildi!” demek; “Kendini bil!” demek değil. Kendini yok etmeyen Rabbını bilemez. Rab da ezelden beri kendini bilip duruyor.

S. 10 – Mânevî mücâhede ve perhizler hangi sahalarda faydalı olur? Ve semereleri neler olabilir?

C. 10 – Nefsimize uyduğumuz zaman lâzım. Yâni o bize galip geldiği zaman lâzım. Mağlup olduğu zaman, esir olmuş demektir. Esirler öldürülmez.

1.7.1956 da yapılmış bir konuşmadan notlar:

S. – Eskiden tasavvuf yoluna girenler riyâzât yaparlarmış. Şimdi niye öyle bir şey yok?

Emre – Şimdi yiyin, için; yeter ki aklî ve ahlâkî riyâzât yapın.

S. – Aklî riyâzât nasıl olur?

Emre – Mânevî ilimleri öğrenmekle.

S. – Riyâzâtı niçin lüzumlu görmüyorsunuz?

Emre – Riyâzât ne vakit lâzım? Nefis insanı mahkûm ediyorsa, lazım… Nefis ilâhî aşka tâbi olduktan sonra riyâzâtın ne lüzumu var? Niyazî: “Her ne zaman galib gelirse kes gıdasın zâlimin!” diyor.

S. – İnsan bazan nefse tâbi olup geçiyor.

Emre – Geçiyor ya…

S. – Ama ben riyâzâtı doğru buluyorum.

Emre – Doğru bulan yapmalı.

Adana’ya her taraftan gelinir; Osmaniye’den de gelinir, Karaisalı’dan da. Siz Osmaniye’de olduğunuz halde Karaisalı’dan gelebilir miydiniz? Herkesi bulunduğu yere, yürüdüğü yola göre kabul etmeli. İlim mi diyor? Peki. Riyâzât mı diyor? Evet. En sür’atli yol; aşktır. Bu aşk, ilimle gitmek isteyende de mevcut ama, az mevcut. Eğer ilim ve riyâzât yolu “Aşk”a dayanmazsa, aşkta nihâyet bulmazsa, muvaffak olunamaz.

Dinimiz İslâm dinidir. Tarifi de Kur’ân’da vardır ama, herkes aklına göre anlar. Kur’ân’ın bir yerinde “Nefsinizi öldürün!” diyor; bir yerde de “Nefsinize zulmetmeyin!” diyor. Bu sözler birbirini tuttu mu? Tutmuyor gibi. Öyleyse bu sözler, yerine ve icabına göre söylenmiş. Sözler, insanın anlayışına göre mânâlanır.

Nefsi öldürmek, kurşunla değil… Bir insanın başına büyük bir taşla vurursan, ölür değil mi?

S. – Evet.

Emre – Kocaman bir kelle şekerle vurursak?

S. – Yine ölür.

Emre – İşte benim deyişim de bu. Mesele, şu nefsin ölmesi değil mi? Sıkıntılı azaplı bir ölümle değil de, tatlı bir ölümle ölelim diyorum.

İnsanı delâlete götüren de nefistir, hidâyete götüren de.

Hazreti Muhammed’i imtihan etmek niyetiyle zaman zaman bazı âlimler gelirlerdi. Birgün bunlardan birisi soruyor:

– Yâ Muhammed! Anasının karnında kimler konuşmuştur?

Hz. Muhammed cevap veriyor:

Ben bilmem, Cebrâil kardeşime danışayım. O da gitsin, Allah’a sorsun. Eğer Allah bildirirse, ben de size söylerim.

Peki diyorlar. Hz. Muhammed, kendinden geçip Allah’a danışıyor. Bir müddet sonra cevap veriyor: “Dört kişi ana karnında konuşmuştur. Nemrûd, Şeddât, Îsâ ve ben..” diyor.

Bu dört kişiden ilk ikisi yâni Şeddât ile Nemrûd, analarını daima felâkete sevkederlermiş. Hz. Îsâ ile Hz. Muhammed ise, analarını hep iyiliğe götürürlermiş.

İnsan madem ki mecmû-u kâinattır, o halde herşey gibi, Nemrûdlar, Şeddâtlar, Îsâlar, Muhammedler de bizde mevcuttur. Eğer nefsimizin şeddâtlık hâline yüz vermişsek, aklımız ve kalbimiz bizi dalâlete götürür. Çünkü bu vücudumuz da bir ana karnıdır… İçimizdeki Îsâ ile Muhammed’in sözünü dinlersek, onlar bizi râh-ı hidâyet’e götürürler.

İçimizdeki İsâ veya Muhammed’le konuşmayı bilmiyorsak, Hz. Muhammed de 1372 sene geride kaldıysa, biz müşkillerimizi kimden soracağız? Arapça da bilmiyoruz ki Kur’ân’dan anlayalım. Kur’ân’da da anlayamadığımız yerler çok. O halde yapacağımız bir iş kalıyor; o da müşküllerimizi, Hz. Muhammed’e bitişik olan bir insandan sormak.

S. – Çok güzel izah ettiniz. Eski Türkçe bilmiyoruz. Arapça da bilmiyoruz.Hâlbuki, akıl da îmân etmek, anlamak istiyor. Nasıl anlayacağız bunları? Kimden soracağız? Çok doğru söylüyorsunuz?

Emre – Hz. Muhammed: “Âlimler peygamberlerin mirâsçılarıdır!” diyor. Sizden soran, ben fakirden söyleyen, Muhammed’in aşkıdır. Biz Peygamberimizi arkada görmeyiz. O dâimâ gönlümüzün ve gözümüzün içindedir. Rehber veya mürebbî arkada kalır mı? İşte ehl-i mezâhir’le bizim farkımız buradadır. İnsan vücudunun gözü, kulağı arkada mı ki, rehber arkada olsun? Akıl ve gönül gözleri de öndedir.

Ehl-i mezâhir zanneder ki biz Hz. Muhammed’e îmân etmiyoruz. Hâlbuki onu ikrâr eden asıl biziz. İknâ oluyorsunuz değil mi?

S. – Derhâl. İçimdekileri söylüyorsunuz.

***

Emre – Hiçbir şey, görüldüğü gibi değil, herkesin kendi görüşüne göre gördüğü gibidir. Çünkü herkes kendikendini görür, ilmine, hâline göre görür. Gördüklerini de kendi aklına göre yorar. Onunçün herşeyi hoş göreceğiz… Bize iyi demişler, kötü demişler, ikisi de müsâvî olacak. İyi görememek zavallılıktır. Zavallı olana da acımalı.

Amerika’da bir profesör varmış, talebelerinin karşısına geçtiği zaman önünü ilikler, ayakta dururmuş. Birisi diyor ki: “Hocam, neden talebelere karşı bu kadar hürmetkâr davranıyorsun?” “Yavrum, bunların içinde benden çok büyük, benden daha âlim insanlar var; onlar için ayağa kalkıyorum…” “Hangimiz acaba?” “Söyleyemem; içinizde gizli!”

Biz de insanların hepsini birden, tefrîk etmeden seveceğiz… Onların kötülüklerini değil, iyiliklerini görmeye çalışacağız. Şu kötü! Şu iyi! Demeye hakkımız yok. Çünkü hepsi de insandır. İşte böylece, insan, önünden sonunu, sonundan önünü göremezse kurtulamaz.

Tevâzu, insanların en büyük kemâlâtıdır. Fakat taklîd olmamalıdır. Taklîd olursa tabasbus olur ki bu da tevâzuun zıddıdır, aksidir.

(Bu sırada Duran Emmi muslukta elini yıkıyordu. Emre: “Ben de zannettim ki Duran Emmi buzlu su yapıyor… dedi! Fakat Duran Emmi işitmedi. Emre: “Duydun mu?” diye sorunca, “duydun mu?” sözünü “uyuyayım mı?” diye anlamış olmalı ki “uyu efendim” dedi. Bunun üzerine Emre: “Gördün mü, herşey herkesin gördüğü, bildiği gibi değil miymiş?” dedi.